Makaleler

Oca24

GÜNEY SINIRLARIMIZ HAREKETLENDİ

Kategori // Türkiye

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üç yılı aşkın bir süredir güney sınırımızda, Suriye’de devam eden hareketlilik giderek endişe verici şekilde yayılarak Irak’a da sirayet etti. Suriye’de Esed rejimini devirmek amacıyla oluşan muhalefetin bu çabası günümüzde değişik bir özellik taşımaya başladı. Esed muhalefetinin çeşitli unsurları arasından dinsel ve etnik güçlerin giderek Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)’dan ayrılarak güçlenmesi ve Suriye dışından aldıkları her türlü yardımın ve insan desteğinin artması ülkenin parçalanması olasılığını arttırmıştır.
Diğer taraftan, son yedi ay içerisinde IŞİD adı altındaki Sünni güçlerin de Irak’ın ikinci büyük şehri Musul’u ele geçirmeleri ve Kuzey Irak Kürt Özerk bölgesi peşmergelerinin Kerkük’ü işgalleri ile, burada da bölünme fiili bir durum almıştır.
Ocak 2013 tarihinde kaleme aldığımız “TÜRKİYE’NİN GÜNEYİ YENİDEN ŞEKİLLENİYOR” başlıklı yazımızda bu olasılığa şöyle değinmişiz:
“Saddam devrildikten sonra, Şii-Sünni-Kürt ayırımının belirginleşmesi ve yeni kurulan yönetim şeklinde de bu ayırımı güçlendirecek bir yönetim şeklinin geçerli kılınması, ABD güçlerinin çekilmesi ile kalkan baskı, parçalanmanın yeniden bir sonuç olarak oluşmasına yol açmakta.”
16 Mayıs 1916 tarihinde imzalanan Sykes-Picot anlaşması, Çarlık Rusya’sının da mutabakatı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun güney sınırlarındaki siyasal haritayı belirlemişti. Yüz yıl sonra bu bölge ülkeleri yeniden şekillendirilmekte ve yeni bir güç ekseni yaratılmaya çalışılmaktadır. Bakın Eylül 2013 tarihli, “ORTADOĞU’DA YENİ GÜÇ EKSENİ” yazımızda bu gerçeği nasıl ifade etmişiz:
“Bölge jandarması görevini üstlenebilecek yeni bir güç ekseni yaratılmaya çalışılmaktadır. Adını koyarsak: bu güç ekseni İsrail – Kürt Özerk Bölgeleri – Türkiye tarafından oluşturulacaktır. İsrail’in ABD dış politikasında aldığı yer çok iyi bilinen bir gerçektir. Türkiye ise bugüne kadar ABD doğrultusunda bir dış politika izlemiş ancak hiçbir zaman öncü ve tayin edici olmamıştır. Şimdi bölgede yeni bir unsur olarak Kürt Özerk Bölgeleri oluşmaktadır. İran ve Arap ülkelerinin, Şii ve Sünni İslam çatışmalarının dışında kalacak bir güç ortaya çıkarılmaktadır.”
Amerika Birleşik Devletleri 2003 yılında Irak’ı işgal ederek Saddam rejimini devirdikten sonra, bu ülkede var olan etnik ve mezhepsel gruplar arasında Lübnan benzeri bir denge kurabileceğini düşündü. Bu amaçla hazırlanan yeni Irak anayasasında cumhurbaşkanlığı Kürtlere, Başbakanlık Şiilere ve de Meclis Başkanlığı ile Cumhurbaşkanı yardımcılığı da Sünnilere verildi.
ABD güçleri Irak’ta bulunduğu sürece tüm karşılıklı terör hareketlerine rağmen sistem çalışır gibi göründü. Bu arada Kuzey Irak Kürt Özerk Bölgesi Şii-Sünni çatışmasından uzak durarak, barış içinde gelişti. KYP-KPD mücadelesi de Talabani’nin Cumhurbaşkanı seçilmesi, Barzani’nin de Kürt bölgesinde egemen olmasının sağlanması ile çözümlenmiş gibi gözüktü.
Bu dengenin işlemesiyle ABD, Lübnan’daki, Hizbullah-Irak Şii çoğunluğu-Suriye’de Esed rejimi-İran ilişkilerinin bölgeye egemen olmasına engel olabileceğini hayal etti. Ayrıca Suriye’de Sünni muhalefet başkaldırınca da Esed’in kısa sürede iktidardan düşeceğini düşündü. Esed’in devrilme süreci uzun bir zaman dilimine yayılmaya başladıkça, Suriye’de önce Suudi Arabistan ve Katar, sonra da Türkiye tarafından desteklenen Sünni radikal muhalefet güç kazanmaya başladı. Özgür Suriye Ordusu’nun muhalefeti giderek güçsüzleşti.
Suriye konusunda ABD ve müttefiklerinin hesaplayamadıkları veya gözardı ettikleri bir gerçek, Rusya’nın hiçbir zaman Suriye'nin Tartus Limanı'ndaki lojistik ve bakım üssünden vazgeçmeyeceğiydi. Rusya Federasyonu her ne pahasına olursa olsun Akdeniz’deki bu tek deniz üssünün elden çıkmasına izin vermeyecekti. İran ise, Suriye’deki Nusayri azınlığa dayanan Esed rejiminden vazgeçemezdi. Suriye rejimi değiştiğinde Lübnan’daki Hizbullah güçleri ile lojistik ilişki kesilecekti. Diğer taraftan petrol ihtiyacını %60 oranında İran’dan sağlayan Çin de dolaylı olarak İran’ı destekliyordu. Bu gerçekler karşısında Suriye muhalefeti karşısında Rusya-İran ve de dolaylı olarak Çin tarafından oluşturulan bir direniş cephesi bulmuştu. Bu cephe Esed rejimine uluslararası alanda olduğu gibi teknik ve askerî her türlü yardımı yapmaktaydı.
Suriye iç savaşı uzadıkça ABD son 35 yılda iki defa yaptığı yanlışı tekrarladı.
Neydi bu yanlışlar?

Birincisi 1979 yılında İran’da Tudeh’in (İran Komünist Partisi) Şah’ı devirmesine engel olmak için Humeyni’nin desteklenmesi ve iktidara gelmesine göz yummasıydı. Şah’a muhalefetini giderek şiddetlendiren Humeyni 4 Kasım 1964 tarihinde Ankara'ya gönderildi. Orada kısa süre kaldıktan sonra, Bursa'ya götürüldü. Şahın adamlarının tavsiyesi üzerine bir süre sonra Irak'a sürgün edildi ve Şiilerce kutsal sayılan Irak'ın Necef kentine yerleşti; Şahın devrilmesi ve İran'da bir İslam cumhuriyeti kurulması yönündeki çağrılarını oradan sürdürdü. Şah rejiminin halkta uyandırdığı hoşnutsuzluğun tırmanmasıyla 1970'lerin ortalarında İmam Humeyni'nin İran içindeki etkisi gitgide artmaya başladı.  Humeyni’nin İran içindeki etkisinin giderek artması üzerine, 6 Ekim 1978'de Şahın baskısıyla, Irak lideri Saddam Hüseyin Irak'ı terk etmesini isteyince, Fransa'ya gitti ve Paris'in bir banliyösü olan Neauphle-le-Chateau'ya yerleşti. Oradan şah yönetiminin yıkılması ve bir İslam cumhuriyetinin kurulması yolunda yoğun bir propagandaya girişti. Mesajlarını ilettiği teyp bantları İran'da gitgide genişleyen bir kitleye ulaştı. 1978 sonlarında kitle gösterilerinin, grevlerin ve halk arasındaki hoşnutsuzluğun bütün ülkeye yayılması karşısında Şah Muhammed Rıza Pehlevi 16 Ocak 1979'da İran'ı terk etmek zorunda kaldı.
Humeyni’nin, ABD ve diğer batılı güçlerin onayı olmadan aylarca Paris banliyösünden Şah karşıtı propaganda yürütmesinin imkânsız olduğunu her halde kabul edebiliriz. ABD Tudeh tehlikesine karşı Humeyni’yi ortaya çıkarmayı tercih etmişti. Ancak Şah’ın İran’ı terk etmesi ve Humeyni’nin ülkesine dönerek İran İslam Devrimi’ni ilân etmesiyle tüm ABD siyaseti büyük darbe almış oldu. Bu olaydan 35 yıl geçmesine rağmen ABD henüz İran sorununu çözebilmiş değil.
ABD’nin benzer ikinci yanlış hareketi de Afganistan’ın 1979 yılında Sovyetler Birliği tarafından işgaline karşı Usame Bin Ladin liderliğinde El Kaide’yi kullanmak istemesiydi. Bu doğrultuda geliştirdikleri siyaset de, Sovyetler Birliği Afganistan’dan çekildikten sonra, bu ülkede Taliban ve El Kaide güçlerinin egemen olması ile sonuçlandı. 1990 yılına kadar, ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı kullanmak için yarattığı El Kaide ve benzeri İslâmcı kuruluşlar, Sovyet bloğunun yıkılmasından sonra Batı ülkeleri yönetimlerinin “işleri bitince yok edemediği” organizasyonlar şeklinde, yeni “düşman” İslâm’ın silahlı gücü olarak yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler. Başta ABD ve eski sömürgeci Batı Avrupa devletleri bu grupları dünya sahnesinden silme kavgasına giriştiler. Bu amaçla ekonomik güçlerini kullandıkları kadar silah gücünü de kullanmaya başladılar.
Bugün İslâm terörizminin en aşırı ucu olarak görülen El Kaide ve Mücahidin, CIA ve Pakistan gizli servisi ISI tarafından devşirilerek, 1980’li yıllarda Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgali döneminde Müslüman topraklarını savunmak için seferber edilmişlerdir. Zbigniew Brzezinski’nin 1998 yılında yapılan bir röportajda söylediği gibi, “Aralık 1979’da Sovyet ordusunun Afganistan’ı işgalinden sonra CIA, 1980 yılı içerisinde Mücahidin’e yardım etmeye başladı. Başkan Carter, Kabul’deki Sovyet taraftarı hükümet karşıtlarına yardım için ilk emri imzaladı.” Buradaki anahtar kavram, El Kaide’nin Washington’un icadı olduğudur. Reagan onları özgürlük savaşçıları olarak adlandırıyordu. Bugünse adları “terörist” oldu.
ABD ve NATO ülkeleri bugün dahi El Kaide’ye karşı kesin bir üstünlük kazanmış değiller.
Aynı yanlış siyaset, bu defa da Suriye’de Sünni muhalefetin, dolaylı olarak ABD, fakat doğrudan Katar, Suudi Arabistan ve de insan, silah ve her türlü malzeme geçişinin rahatça sağlanması için tüm lojistik olanakların kullanıldığı Türkiye tarafından desteklenmesi ile uygulandı.
Önce El Nusra sonra da IŞİD açık veya kapalı olarak desteklendi. Böylece güçlenecek Sünni cephenin İran tarafından himaye edilen Şii iktidarları yıkabileceği veya en azından bir denge oluşturacağı düşünüldü. Fakat olaylar geliştikçe IŞİD veya yeni adıyla İslam Devleti Irak ve Suriye’nin büyük bölümlerine hâkim oldu. Petrol kaynaklarının bir bölümünü ele geçirdi. Uyguladıkları vahşet ile dünya kamuoyunun tepkisini çeken Sünni gruplar bir taraftan terörist olarak adlandırılırken, ne Katar, ne Suudi Arabistan, ne de, 49 Musul Konsolosluğu mensubu rehin alındığı halde, Türkiye bu gruplara “terörist” sıfatını yakıştıramadı. Şimdi başta ABD, tüm bu devletler kara kara ne yapacaklarını düşünürken, İran bölgede giderek güç kazanmaya devam ediyor.
Bölgedeki tüm devletlerin bu durum karşısında izledikleri siyaset belirgin. Tek istisna Türkiye. Hükümetimiz ne yapacağını şaşırmış, arada bir “karışmam haaa!” der gibi yapıyorsa da dinleyen yok. Bir zamanlar bölgenin sözü dinlenen güçlü adamı olarak ülke ülke dolaşan Recep Tayyib Erdoğan şimdi hiçbir ülkeye gidemiyor. Bırakın gitmeyi, komşu ülkelerin hükümet başkanları ile görüşemiyor bile. Mısır’da, Suriye’de, İsrail’de elçimiz yok. Irak başbakanı Maliki ile her an saç saça gelecek duruma gelmişken Irak parlamentosu için yapılan seçimden sonra, ABD baskısıyla, Maliki başbakanlığı bırakmak zorunda kaldı. Ancak böylece Irak ile olan ilişkilerimiz had derecede bozulmaktan kurtuldu. İran ile mecburen durumu idare ediyor. Yoksa enerji kaynağı olarak Rusya’ya tam bağımlı duruma düşecek.
Irak’ta Kerkük kırmızı çizgisi bembeyaz oldu. Kerkük’ün Kürt özerk bölgesine katılmasını engellemek bir yana Kürt peşmergeler bu ülkede bulunan 500.000 kadar Türkmen’in koruyucusu durumuna geldiler.
Bu bölgede önümüzdeki aylarda ne olabilir? Tahmin yürütelim.
Önce Irak’ın üç parçaya bölünmesi fiilen kesinleşmiş durumda. Güneyinde Bağdat-Basra ekseninde bir Şii devleti oluşacaktır. Bu devletin koruyucu ağabeyi İran’dır.
Kuzeyde Kürt Özerk Bölgesi bağımsız bir devlet olmak için uluslararası uygun ortam bekleyecektir. Bu bölge 11 Mart 1970'te Saddam Hüseyin ve Mustafa Barzani arasında yapılan anlaşma üzerine kuruldu. Özerklik anlaşmasına göre Irak'ın kuzeyindeki üç il, yaklaşık 37 000 km²'lik bir bölge, Erbil'de kurulacak bir yerel parlamento tarafından yönetilecekti. Bunun yanı sıra Irak Meclisinde 5 bakan ve başbakan vekili Kürt olacaktı. Kürtçe ülke genelinde Arapça'nın yanı sıra ikinci resmî dil olacaktı. Burada genel bir yanlış bilgiyi düzeltmek isterim. Kürt bölgesine özerklik, 2005 yılında, ABD işgali altındaki Irak’ta yeni anayasa yazılırken verilmemiştir. Yeni anayasada verilen Cumhurbaşkanlığı, Dışişleri Bakanlığı gibi yeni mevkiler eskiye göre bir iyileştirme getirdi, ancak özerk bölge bu anayasa ile değil Saddam döneminde 1970 yılında oluşturulmuştur. Bu bölgenin ekonomisi için çok önemli yeni bir anayasa maddesi de ülkenin toplam petrol ve doğal gaz gelirlerinden kuzey bölgesinin payının % 17 ile sabitlenmiş olmasıdır. Petrol gelirinden alınması anayasaya bağlı olan bu gelirin Musul ve Kerkük’ün siyasi durumu ile hiçbir ilgisi yoktur.
Kürt bölgesinin Akdeniz’e ve Basra Körfezi’ne çıkışı olmadığı için, dış dünya ile ilişkisini ve petrol ihracatını Türkiye üzerinden yapmak zorundadır. İleride değineceğimiz gibi, Suriye’nin kuzeyinde de bir Kürt özerk bölgesi oluşsa ve bu iki bölge birleşse dahi, buradan da denize çıkış sahildeki Suriye/Nusayri bölgesi tarafından engelleneceği için Türkiye’ye bağımlılığı sona ermeyecektir.
Diğer taraftan Türkiye’de yaşayan 14 milyon kadar Kürt nüfusu ve neredeyse üç yıldır sürdürülen “çözüm süreci”ni dikkate alırsak Türkiye Cumhuriyeti’nin de Kuzey Irak Kürt Özerk Bölgesi olarak bilinen fiili Kürt devleti ile çatışmaya girme lüksü yoktur. İki taraf da karşılıklı çıkarlarını düşünerek “win win” ilkesinde birleşme zorundadırlar. Bu anlaşmada önemli bir unsur da Rojava’da oluşmaya başlayan Kuzey Suriye Kürt Özerk bölgesidir. PKK’ya bağlı PYD silahlı gücüne sahip olan bu bölgedeki Kürtler de, Suriye’nin üçe bölünmesiyle, er geç yarı bağımsız bir siyasi özellik taşıyacaktır. İşte o zaman, Türkiye Kürtlerinin, Türkiye sınırları içerisinde, bu yeni kuruluşlara katılarak bağımsız bir Kürt devleti kurmalarını engelleyebilecek kadar özgürlüğe ve ekonomik çıkara sahip olmaları gerekir ki ayrılma isteğinin üstesinden gelinebilsin.
Bu koşullarda uygulanacak siyaset, Kuzey Irak Özerk Kürt Bölgesinin ilân edilmemiş “de facto” bir devlet olarak varlığını sürdürmesi ve Türkiye ile ekonomik entegrasyonunu daha da derinleştirilmesidir. Tabii aynı durum Kuzey Suriye’deki Kürt özerk kantonları içinde geçerlidir. Her iki bölgenin de Türkiye olmadan ekonomisini yürütmesi olanak dışıdır.
Irak’ın yanında Suriye de üçe bölünmek üzeredir veya fiilen bölünmüştür. Şam’daki Sünni burjuvazi ve Akdeniz sahil şeridindeki Nusayri azınlığın desteklediği Esed rejimi eski Suriye’yi oluşturmaktadır. Kuzeyde Kürt bölgeleri özerkliklerini ilân etmişlerdir ve PKK silahlı güçlerinin koruması altındadır. Sünni nüfusun çoğunlukta olduğu geriye kalan coğrafyada ise IŞİD egemendir ve fiilen Irak’ın Sünni bölgesi ile birleşerek yeni bir devlet oluşturmuştur. İslam Devleti adını alan bu devletin zaman içinde gerçek bir devlet mekanizması kuracağı öngörülebilir.
Şimdi bir de bölge dışındaki devletlerin bu karmaşık yapı ile ilişkilerini inceleyelim.

İRAN: Bölgedeki karmaşa içerisinde en kârlı çıkan ülke olarak sağlam bir eksene egemen durumda. Hizbullah (Lübnan) – Suriye (Esed) – Şii çoğunluğa sahip (Irak) ekseni İran’a kadar uzanmakta ve Rusya’nın uluslararası desteğine sahip bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarında bu ekseni rahatsız edebilecek kararlar Rusya’nın vetosu ile engellenmektedir. Ayrıca Cumhurbaşkanı Ruhani’nin diplomasisi ile uluslararası alandaki izolasyonu da aşmış görünmektedir. IŞİD’e karşı ABD ile ilan edilmemiş bir ittifak zorunlu olarak gerçekleşmiştir.
SUUDİ ARABİSTAN ve KATAR: Selefi/Vahhabi İslam anlayışını maddî ve manevî olarak desteklemektedirler. IŞİD hâkimiyetindeki İslam Devleti bu destek olmadan yaşayamaz. Ancak, yardımlar dolaylı da olsa Türkiye üzerinden ulaştırılmaktadır. Bu yardımlarda teçhizat ve gönüllü geçişi önemli yer tutmaktadır.
Arap yarımadasında bulunan devlet ve devletçiklerde Sünni şeyh ve krallar, emirler hükmetmektedirler. Bu ülkelerdeki Şii azınlığın İran tarafından desteklenerek kendilerine başkaldıracağı korkusu ile yaşayan egemenler Irak ve Suriye’nin büyük bir bölümünü kaplayan Sünni bir devletin kuruluşunu desteklemektedirler. Suudi Arabistan ve Katar’ın para, teçhizat ve insan gücü yardımı IŞİD’in güçlü bir seçenek olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır.
SURİYE ve IRAK: Bu iki ülke de bölünmüş olmalarına rağmen, Irak’ta Şii çoğunluk hâkimiyeti, Suriye’de ise Esed iktidarlarını garantilemiş durumdalar. Rusya destekli İran her iki başbakanın otoriter rejimlerini himayesine almış durumda. Bu ülkelerin yeni sınırları içerisinde istikrar kazanmaları bir zaman meselesi.
İSRAİL: Suriye’de Esed rejiminin devam etmesini sınırının emniyeti bakımından olumlu görmekte. Ayrıca Suriye’nin üç parçaya bölünerek gücünü yitirmesi de çıkarına işleyen bir unsur. Suriye ve Irak’ın kuzey bölgelerinde Kürt özerk bölgelerinin fiilen bağımsız hareket eder duruma gelmiş olmaları, çevresindeki Arap gücünü zayıflattığı ve Arap devletlerine karşı ikinci bir güç odağı oluştuğu için, olumlu bir gelişme olarak görülüyor. Kuzey Irak Özerk Kürt Bölgesi Cumhurbaşkanı, bağımsız bir Kürt devleti ilânı için referanduma gidileceği beyanında bulununca, bu öneriyi olumlu karşıladığını ve bağımsız bir Kürt Devletini tanımaya hazır olduğunu açıklayan ilk ülke İsrail oldu.

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ: 2003 Yılında Irak’ı, demokrasi getirmek için, işgal eden ABD kuvvetleri bu ülkeye kargaşa getirmekten ve ülkenin üçe bölünmesine sebep olmaktan başka bir sonuç elde edemedi. Ayrıca Başbakan Maliki ile İran yanlısı bir Şii devleti ile IŞİD gibi terörist bir aşırı İslam gücü yaratmış oldular. Şimdi kendi yarattıkları bu iki sorunu nasıl çözeceklerini kara kara düşünüyorlar. Gelişmeler o kadar ilginç şekilde gelişiyor ki, Irak’ı IŞİD’e karşı korumak için can düşmanı iki güç ABD ve İran birlikte Irak Şii otoriter rejimini savunmak zorunda kalıyorlar.
ABD, İran’a karşı bir güç odağı yaratma çabası içerisinde Orta Doğu’da yeni bir canavar yaratmıştır. IŞİD, elde ettiği petrol kaynaklarını değerlendirmek için, bir şekilde Akdeniz’e çıkış sağlamak zorundadır. Bunun için de iki seçeneği vardır. Ya Suriye’nin Lazkiye bölgesini veya Türkiye’nin Hatay bölgesini hedef alacaktır. Her halde Sünni İslam Devleti bu bölgede istikrarsızlık unsurlarının başında gelmektedir.
Ayrıca, ABD planına göre, IŞİD’in Türkiye’de etkinlik kazanmasına engel olmak için Türkiye Rojava’da özerk bir Kürt bölgesi kurulmasını kabul edecektir. Bu şekilde İsrail – Kürt Özerk bölgeleri – Türkiye eksenindeki ittifak gerçekleşmiş olacaktır.

TÜRKİYE: Bölgedeki bu karışıklık içinde en aciz devlet olarak Türkiye görünüyor. Eski Başbakan, yeni cumhurbaşkanı Recep Tayyib Erdoğan’ın “sabrımız tükeniyor” söylemi, eski Cumhurbaşkanı Gül’ün yapmış olduğu “ikaz”lar muhataplarının bir kulağından girip diğerinden çıktı. 11 Haziran 2014 günü Musul Konsolosluğu’na IŞİD saldırısı ile rehin alınan (misafir edilen ‘!’) ikisi çocuk 49 vatandaşımızın bu misafirliği üç ay on gün geçtiğinde sona ermiştir. Bu konuda konuşmak, yorum yapmak, haber vermek vs mahkeme kararı ile yasaklanmıştı. Kısacası “terörist”e terörist demek cezayı da birlikte getirmekteydi. Rehinelerin kurtarılışının, tüm devlet yetkililerinin aksini beyan etmelerine rağmen, bir değiş tokuş ile gerçekleştiği artık bugün bilinmektedir. 

Bir zamanlar Türkiye’nin kırmızı çizgileri içinde olan Kerkük peşmergeler tarafından işgal edilirken hükümetimizin hiç sesi çıkamamıştır. Kuzey Irak Kürt Özerk Bölgesinin bağımsızlığını ilân etmesi ancak bölgede çıkan petrolün satışında aracılık edilerek engellenebilmektedir. İlginç olan, bir taraftan Sayın Başbakan Gazze'nin bombalanması dolayısıyla İsrail’e ateş püskürürken, diğer taraftan da Kürt bölgesinden gelen petrol İsrail’e sevk edilmektedir. Tabii bu gerçek resmî söylemde inkâr edilmektedir. 

Suriye’de Esed rejimini yıkma gayreti içinde her türlü muhalif gruba yardımcı olunurken, birdenbire karşısına IŞİD çıkınca, ne yapacağını şaşıran bir hükümetimiz mevcuttur. Uluslararası çevrelerde ise IŞİD’in Türkiye’nin yardımı ile güç kazandığı çok kabul gören bir iddiadır. Türkiye’ye sığınmış olan Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşimi IŞİD’i “Devrim Ordusu” olarak adlandırarak selamlamaktadır.  

Suriye sınırında Türkiye Cumhuriyeti iki seçenek arasında kalmıştır. Bundan sonraki sınır komşusu ya aşırı İslamcı, terörist IŞİD veya yeni adı ile İslam Devleti veya Rojava’da kurulacak özerk, yarı bağımsız, PKK tarafından korunan bir Kürt Devleti olacaktır. Her iki şıkta da başarı(!) hükümetimizin dış politikasını yürütenlere ve bu politikanın baş mimarı eski Başbakanımıza aittir. 

Arap Baharı (!) adı altında Tunus, Libya ve Mısır’da başlayan Müslüman Kardeşler hareketinin iktidara gelme çabası başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Mısır’da Batılı güçlerin emrindeki askerî yönetim yeniden iktidara gelmiştir. Libya kabile savaşları içindedir. Yalnızca Tunus, Gannuşi önderliğindeki En Nahda partisinin kurduğu koalisyon hükümeti ile şimdilik kargaşadan uzak gözükmektedir. AKP’nin her üç ülkede de Müslüman Kardeşlere, seçim kampanyalarında yardımcı olması, maddî destekte bulunması ile seçimler kazanılmış ancak arkası getirilememiştir. İki yıl önce büyük tezahüratla karşılanıp Başbakan olarak bu ülkeleri ziyaret eden Recep Tayyib Erdoğan, bugün Mısır Cumhurbaşkanı ile görüşememekte, Türkiye bu ülkedeki elçisini geri çekmek zorunda kalmaktadır. Libya’da ise, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ülkeyi terk etmesi tavsiye edilmektedir. Kısaca, Erdoğan Orta Doğu liderliği rüyasından vaz geçmek zorunda kalmıştır.  

Suriye ve Irak’ın büyük bölümünde hüküm sürmeye başlayan IŞİD İslam adına kafa, el kol kesip yüzlerce kişiyi öldürürken Türkiye’nin Güney sınırı yol geçen hanı gibidir. Giren çıkanın haddi hesabı yoktur. Kimi IŞİD’e katılmak, kimi de Kobani’deki Kürt bölgesinde IŞİD’e karşı savaşmak için sınırı geçerek Suriye’ye gitmektedir. Yaralananlar da tedavi için Türkiye’ye geri gelmektedirler. Kısaca Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları Suriye topraklarında birbirleriyle savaşmaktadırlar. 

IŞİD’in uyguladığı terör dünyada iki alanda etkisini göstermektedir. Önce, İslam dininin karşıtları veya İslamofob düşüncedekilerin dayanaksız söylemleri destek görmektedir. Batı ülkelerinde, özellikle ABD ve Batı Avrupa’da İslamofobi, İslam düşmanlığı yaygınlaşmaktadır. İsrail’in Gazze’de Filistinlilere karşı uyguladığı olağanüstü baskı ve sivillerin öldürülmesi de IŞİD’in yaptıklarına paralel olarak devam etmekte ve Müslümanlara karşı yapıldığı için nerdeyse mazur görülmektedir. Çünkü “Müslümanlar o kadar acımasız teröristlerdir ki, onlara ne yapılsa yerindedir.” 

2014 yılı Temmuz ayının ilk yarısında İsrail’in Gazze’ye saldırı başlatması ABD’nin gerçekleştirmeye çalıştığı ittifak eksenine darbe vurmuştur. Türkiye ile İsrail arasında kapanması zor bir uçurum açılmıştır. Yüzlerce sivilin İsrail bombaları ile öldüğü Gazze’ye yapılan saldırıya Arap ülkelerinden hiçbir protesto gelmez, Batı, İsrail’in hareketini “nefs-i müdafaa” olarak tanımlarken, Türkiye dünyada kararlı olarak İsrail’i kınayan ve Gazze saldırısını protesto eden tek devlet olarak göze çarpmakta. 

Bu durumda ABD’nin AKP iktidarının veya en azından Recep Tayyib Erdoğan’ın yerine daha mülayim bir yönetimin Türkiye’de bulunmasını tercih edeceği kesindir. Kısa sürede bu yönde bir dizi gelişme görürsek şaşmayalım.

 

 15 Aralık 2014

 

 

Bir yorum yapın

Yorum yapmak için oturum açmalısınız. İsterseniz aşağıdan oturum açabilirsiniz.

Twitter response: "Could not authenticate you."

Özel Önerİm

Pizzeria Pidos

Samimi ortamıyla
ev gibi bir İtalyan restoranı.
Gümüşsuyu caddesinde

Websitesine git

Temasa geç

Düşüncelerinizi dinlemekten mutlu olacağım!

Ergun Göknel
34330 Levent, IST
Türkiye

Temasa geç